Yalnızlık

Çağımızın belası. Kişinin kendine bile kalabalık geldiği günümüzde, ciğerini açıp “bak işte buyum ben” diyebilmesindeki zorluk belki de bunda.
Bulunduğu her yerin bildirimini yapan, sosyal ağlar üzerinde her şeyi paylaşan ancak içindeki kalenin duvarlarının üstüne her geçen gün yeni bir sıra ören insanoğlunun çaresiz yenilgisi.
Kalabalık otobüs, metro, sokak, cadde ve hatta şehirlerde bile, etrafında yığınla insan varken, muhafızı olduğu kendi kalesinin içinde giderek küçülmesi; onu, içinden çıkılmaz bencilliğe ve onulmaz bir dışa kapalılığa sürüklüyor.
Kimse yalnızlığı miras almadı bir diğerinden ve miras bırakmayacak; herkes elinden tutup kendi yalnızlığının karanlığını zifiriye hatta zifte dönüştürecek. Kimsesi olmadığından mı bu yalnızlığı kişinin, değil elbette, hiç kimseye kimse olmak istemediğinden ya da artık o treni çoktan kaçırmış olduğu düşüncesine kapıldığından, sürüklendiği sele kendini bırakmasından.
Telefon rehberindeki isimlerin veya sosyal ağlardaki arkadaşlarının sayısının çokluğu ile örtmeye çalıştığı bir korku giderek kendinin de inandığı bir yalana dönüşmüştür.
Yalnızlığınızın sizi eve, odaya kilitlediği az değildir. O dışarıda sevinç naraları atarken siz delirmemek için direnirsiniz. İçinizdeki o onulmaz yara giderek daha fazla acı vermektedir, giderek daha uzak görünmektedir yarınlar, giderek daha az...
Yalnızlık, mahkumiyet kararı tarafınızdan verilmiş bir cezadır.
Ölüm gibi, tüm renklerini soldurur yaşamın. Her mevsimi hazan kılar, her gülüşü yalancı.
Ya sonra? 
Sonrası, ya kalkıp iki rekat şükür namazı kılıp onu hiç bir zaman yalnız bırakmayan, Yusuf’u atıldığı derin kuyudan çıkaran Rabbinin huzuruna eğilip gözyaşlarının ıslattığı seccadesinde bırakır yalnızlığını ya da antidepresan ilaçlarla dolu gövdesini toprağa teslim eder sevdikleri...
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur (huzur bulur) .” (Ra’d Suresi, 28. ayet)   

Sinan Eldem
[email protected]

YORUM EKLE