‘‘Yalnızlık, kendisinden kaçmaya çalışan birinin yine kendisinde soluklanmasıymış’’
Yıllar evvel bu dizeleri kurarak kaçmıştım felsefenin karanlığından. Ne var ki kendimi bu kez de edebiyatın zifiri karanlığında bulmuştum. Böylece daha iyi anlamıştım yalnızlığın ne menem bir ıstırap olduğunu. Gel gör ki hayatımızın önceleri bambaşka olduğunu da fark etmiştim. Her ne kadar kulaklarımıza yaşamı sorgulamak biz küçük varlıkların harcı değildir diye okunmuş olsa da, aynı kulaklarımız kesilmişti bir kere aklımızın ve kalbimizin kocaman sözlerine. Sorsan, hepimiz büyük insanlardık ve böylece yaşamı bizler değiştirecektik. Üstelik bunu yaparken kan dökerek, küfrederek dünyayı kirletmeyecektik. Yalnızca sevecektik…
Ve ne olduysa bunları söyledikten sonra oldu. Bir de baktık ki hepimiz birden kendimizi ‘‘Tek seven insan’’ olarak ilan etmişiz. Bir tek biz seviyorduk, bir tek biz önemliydik; öyle ki şarkılardaki ve filmlerdeki kahır çeken insana bir tek kendimizi benzetiyorduk. Bütün şiirler ve bütün romanlar yalnızca bizleri anlatıyordu sanki. Hâlbuki fark etmemiştik ki o günden sonra çoğumuz asla kimseyi sevemeyecektik. Dahası, artık dünyanın en yalnız insanıydık bizler. Milyarlarca insanın içinde milyarlarca yalnız insandık hepimiz birer. Bunu başarabilen tek varlık türü olan bizler, bir insanı sevebilmenin çıtasını o kadar yükseğe çıkarmıştık ki birilerinin oraya tırmanmasını bekliyorduk hep. İlginç olan şuydu ki, biz o seviyeyi aşağıdan izliyorduk(!) Hiçbirimiz o seviyeye çıkıp da orada beklemeyi akıl etmez olmuştuk. Çünkü bizler büyük insanlardık ve yaşamı sadece bizim ellerimiz değiştirebilirdi. Ondan olsa gerek ki en büyük sevgilere de yine kendimizi layık görüyorduk. Ne var ki mükemmeli hak ettiğine inandığımız bizler, o andan sonra kan dökecektik, küfredecektik ve asla sevemeyecektik...
Sonra ne mi oldu? İçimizden sadece çok azı, sevgiye dair birkaç kelam etmeye başladı. Yine çok azı ise başkalarının acılarını düşünerek birkaç notaya kulak verdi. Böylece o çok az insan, yaşamayı birkaç vicdan kırıntısının gölgesinde serinlemek olmadığını anlamıştı artık. Hayatta en az kendileri kadar önemli şeylerin de olduğunu fark etmişti. Çünkü sözün ve sanatın güzel parıltısı onların karanlığını kovmaya başlamıştı. Bunu anlayanlar için söz ve sanat o andan itibaren başkalarını hatırlatmak için de vardı. Çünkü söz ve sanat, yaşamı değiştirmenin bir canlıyı sevebilme seviyesini düşürmekle aynı şey olduğunu söylüyordu. O azıcık insan için yalnızlık artık karanlığını heybesine koyup yola düşmüştü bile. Ama geride kalan kocaman bizler için ise küçücük yalnızlıklarımız altında un ufak olma ıstırabı sürüp gidecekti.
Tam bir Türkçe sevdalısı ve hizmetkârı olan merhum Talât Sait HALMAN gibi değerler sayesinde ayakta duran en kıymetlimiz yani Türkçemiz daha ne kadar ayakta kalabilir bilemiyorum. Maksadım, ‘‘Dilimizi elimizden alıyorlar’’ basmakalıbına girip işgüzarlık yapmak değildir. Hiçbir dil kendi izni olmadan bir başka dilin hâkimiyetine giremez tabi ki. Fakat daha önceki yazımda da belirttiğim gibi söz sanatlarındaki gerileyişimiz, yaklaşan tehdidin en net belirtisidir. Özellikle, günümüzdeki romanlara, şiirlere ve filmlere egemen olan sözüm ona aşk teması, ‘‘Ev içi aşk’’ çıkmazına kilitlenip kalmış durumda. Oysaki coğrafyamızda yaşanan sevgiler topraklarımızın tozunda, boranında dünyaya gelmiş ve ölmek nedir hiç bilmemiştir. Bizler ise bu gerçeği örtmek için kalkıp devrin değiştiğini söylüyoruz. Ancak yine aynı bizler, sıcacık hanelerimizde geçmiş dönem sevgilerini yâd ediyoruz. Bu ise girdiğimiz çukurdan gökyüzümüze birilerinin konmasını bekleme yalnızlığından başka bir şey değildir.
Bilinmelidir ki tarihin açacağı hakikat davasında, zorluklar sevgilerimiz lehine tanıklık yapmazsa, o sevgilerimiz müebbet yokluk cezasına mahkûm olacaktır.
[email protected]
Unutulan değerlerimizi yeni nesile anlatmak ve aktarmak en birinci vazifemiz olmalı. Guzel bir yazı olmuş yine. Yeni yazılarınızı merakla bekliyoruz