Türklüğün Diyanetle İmtihanı

zeki Kılıç'ın Isyan yazılarının ikinci başlığı Türklüğün Diyanetle İmtihanı

Türklüğün Diyanetle İmtihanı

İSYAN YAZILARI-2/TÜRKLÜĞÜN DİYANETLE İNTİHARI
Doğrudur İstiklâl Savaşı, her ne kadar önderliğini yetim Türkçüler yapmış olsa da, kursağından gavurun  ekmeği geçmemiş, her görüşten ama bu milletin evlatlarının verdiği mücadele ile gerçekleşti. 
O günkü anlamlarıyla kimi ümmetçiydi bunların, kimi liberal, kimi milliyetçi. 
Ama hepsi de topuğundan saç teline kadar Türk'tü, Türk milletindendi.
Kadükler ve kabuklar ilk safhada ayıklandılar zaten. 
Yunan'a sığındı kimi, 
Kimi İngiliz'den medet umdu,
Gittiği Moskof ellerinden dönmedi kimi...
Ta ki Türk'ün gemisi sağ salim hürriyet limanına yanaşana kadar.

Huzur yani hürriyet rahatsız edici olabiliyor bazen. 
Gavurla mücadele ederken aklınıza gelmeyenler geliyor, olmaz denilenler oluyor. 
İstiklâl Savaşını yapanların o gün hesaba katmadıkları ya da erteledikleri meseleler, Yunan'a Ege Denizinde banyo yaptırdığımız gün değilse de İngiliz'e "Hadi birader ikile! Naş naş!" dediğimiz günün ertesinde başladı. 
Kavga edecek kimse kalmadığından birbirimizle kavga ettik belki, 
Belki bütün devrimlerin o kadim geleneği işledi ve devrim önce evlatlarını yedi.
İhtirasların her daim diri tuttuğu baht kavgası ( taht mıydı doğru kelime) alevleniverdi belki,
Belki de ideolojiler gömdükleri ama yerini unutmamak için kendilerine mahsus işaretler koydukları yerlerden çıkardılar savaş baltalarını;
Belki bunların hepsi belki hiçbiri...
Ama bir belki var ki o acıtıyor insanın canını. Bütün bu kavgaların arkasında, yüz yıl önce yenip bu topraklardan attığımız bitlerin  Türk ve Türk  Cumhuriyeti sayesinde büyüyüp semiren ve babalarından daha sinsi birer kan emici oldukları kuşkusuz yavşaklarının varlığı...
Bazen ağzı da eli kadar kirli, etnik bölücü bir ihanet şebekesinin çirkin yüzü olarak  olarak çıkarlar karşımıza. 
Her yaştan her meslekten ve her bölgeden insanımızı katleder, kızlarımızı iğfal eder, gençlerimizin aklını teşviş eder; sonra döner barış güvercini ayaklarına yatarlar;  birileri de onlara alkış çalar, iyi mi?
Kanım donar, canım yanar, döner iki kelam etmeye kalkarım, kripto yavşaklar onları değil, beni ırkçı ilan eder. 
Kimi liberal kılıklıdır bunların. 
Rabbena bile demez, sadece hep bana der. Emeğimizi sömürür, kanımızı emer. 
Türkt'en utanır, dünya vatandaşı olduğunu ilan eder. 
İki laf etmeye kalksam bunlara, boyalı basın beni sermaye düşmanı ilan eder. 
Sosyalisttir kimi, Komünist aslında. 
Ağızlarında bir sınıf teranesidir gider, milleti reddederler. 
Yanlış anlama, milleti derken Rus değildir kasıt, Çinli ya da Koreli de değil. 
Hatta Türk Alevisini millet sayar; 
Kürt'e millet payesi vermekten onur duyar;
Çerkez'i, Abhaz'ı kışkırtmaya kalkarlar.  
Türklerdir dertleri . 
Kapitalistle yatağa girer, emekçiye olan borçlarını bu yolla konsolide ederler. 
Çok oldu haysiyetlerini kaybedeli.  
Otuz yıl önce takke düştü göründü kelleri. 
Laf söylemeye değmez ama ahlaksızdır bunlar haddini bilmez. 
Ona bir şey demeye kalksam  aydıncıklar bana neler demez...
Güya Siyasal İslamcılar var bir de. 
Güya burada anahtar kelime. 
Ne Mehmet Akif'e benzerler ne Ahmet Naim'e ne de Hasan Basri Çantay'a... 
Halis Müslümandı onlar; Amerikancı, İrancı, Arapçı bunlar. 
Atatürk'le birlikte Türk'ün bağımsızlığı için mücadele edip Cumhuriyeti kuran kadroda yer aldı onlar, Türk'e de Türk'ün atasına da düşman bunlar. 
Ah en çok da bunlar... 
Bu yazının da konusu aslında onlar değil, bunlar...
  
Cuma günü girdiğimde caminin kapısından ( camiîn değil inadına ), içimde bir umut vardı, yalan yok. 
28 Ekim'di bir kere. 
Bayram tatilinin başladığı saatti. 
Cami, Diyanetin; Diyanet Cumhuriyet'in var ettiği bir kurumdu. 
Şeriye ve Evkaf Vekaleti gibi seçilmiş bir zümreye de hitap etmiyordu. 
Müslüman Türk'ün ülkesinde ,  "Bu, falan soyundan; şu filan tarikattan, o feşmekan cemaatinden" gibi bir ayrıma girmeden bütün Müslümanların din ve diyanet hizmetlerini görmek  için var edilmiş; bize ait, bize has bir kurumdu Atatürk'ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı.

Geçim derdine düşmesinler diye ezan okuyan müezzinin, 
namaz kıldıran imamın, 
vaaz veren vaizin de maaşını bizzat devletin ödediği;
Atatürk hayatta iken protokoldeki yeri 7. sıra olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bir kurumu olmaktan onur duyduğu için, tam da Cumhuriyet Bayramı arifesine ve bayram tatili saatine denk gelen Cuma vaktinde okunacak hutbede cümle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bayramını kutlar artık diye düşünmüştüm. 
Hani Atatürk hakkında iki güzel kelam da ederse imamın elini öper miyim ki diye düşünürken ben, varlık sebebi Müslümanların gündemi olan hutbede, geçtim Atatürk'ten, Cumhuriyet Bayramına dair de tek kelime edilmedi, iyi mi?
 
Ailede Nikah mevzuundan bahsetti hoca, bu mevzu için gün kıtlığı varmış da bu sebepten 29 Ekim'in arifesine alınmış gibi. 
Oysa ben, imam efendiden;
"Ey Müslümanlar, monarşi rejimlerinde teba denilen vatandaşlara kullarım diye hitap ederdi sultan. Cumhuriyet, sizi sultan da olsa bir faniye kul ve o faninin şahsi emelleri için kül olmaktan kurtardı ve Cumhuriyetle birlikte siz yalnız Allah'a kul oldunuz." demesini beklemiştim. 

Oysa ben imam efendiden:
" Allah insanı yaratılmışların en şereflisi ve yer yüzündeki halifesi olarak tanıttı ya meleklere. İşte siz Cumhuriyet sayesinde Rabbimizin halifesi olmak payesine yakışan birey olma özelliğine sahip oldunuz. Zira Allah'ın halifesinin ne düşündüğüne ve kaderine bir faninin karar vermesi İlahi ahkam açısından da sıkıntılı bir durumdur." demesini bekledim.

Oysa ben bekledim ki imam efendi Zümer Süresinden bahsetsin:
"Alim-i mutlak olan Rabbimiz, hiç bilenle bilmeyen bir olur mu buyuruyor. Atatürk, masraflarını  kendi şahsi hesabından karşılayarak Kur'an-ı Azim'üşşan'ı Elmalılı Hamdi'ye tefsir ettirerek bizim, Allah'ın kitabında neyi emredip neyi yasakladığını, bizden ne istediğini anlamamızı sağladı" desin.

Hiçbir şey değilse de müminler, desin bari, bu minarelerden  yükselen ezan sesinin hürmetine  rahmet olsun Atatürk'e.
Demedi, diyemedi belki. 
Vatan düşüncesi olmadığından mapushanelerin de vatan toprağı olduğu bilincinden uzak ve tatlı canının kaygısı ile memleketten kaçıp İngiliz hükümetinin kucağına oturduğunda, İngiliz hükümetinin muhabbetini gördüğünü  söyleme pişkinliği gösterecek kadar arsız bir raporlu deliyi büyük alim diye ziyaret eden akademisyen etiketli bay başkan, kendisine milyonluk lüks araca binme ve çift kılıçla hutbeye çıkma hakkı veren o her bir mabad için pek bir rahat koltuğu borçlu olduğu Atatürk ve Cumhuriyet kelâmlarını söylemedi / söyletmedi 29 Ekim'in arifesinde iyi mi? İmam yellenince personeli ne yapmazı örneklemek maksadıyla küfür ile itham etti Atatürk'ü sevenleri ve ismini kullanmasa da 10. Yıl Marşı üzerinden verdiği mesajla tağut ilan etti Atatürk'ü, bir müftü efendi(!). 
Mevzuyu bir de mevcut Cumhurbaşkanı ile ilişkilendirip katmerlendirdi hadsizliğini. 
Bu güya İslamcı güruh sıvamakta mahir olduğundan  din değiştirmekle maruf ablamız da bir tokat aşk ediverdi Cumhuriyete. 
Adımız değilse de içimiz Françeska oldu dedi. Bir de yazımızın ve dilimizin değiştirilmesi teranesi var ki onu belli aralıklarla kahvehaneden taraftar devşirme toplantılarına  her yerde, herkes kullanıyor. 
Cılkı çıktı anlayacağın.
Koktu ki  yanyana getirseniz leşin kokusu misk-i amber kalır yanında.

Oturup salim kafayla düşüneyim diyorum. 
Hani siyasal islamcı dediğiniz de yekpare değil. Ciasalcısı var bunun, 
İngiliz destekli olanı var,
Alman vakıfları ile iş tutanı var.
Selefisi, İran destekli Hizbullahçısı, bölücü Kürt hareketini destekleyeni var. 
Mezheplisi var, mezhepsizi var,
Tarikatçısı var, cemaatçisi var,
Cemaatlerin çeşit çeşit fraksiyonu var.
Mücahiti var, müteahhiti var,
Var oğlu var anlayacağın.
Bunların çoğu küfür ile itham ederler birbirlerini.
Her biri Fırka-ı Naciye'nin kendileri olduğunu kabul edip, diğerlerinin kimini küfürle kimini sapkınlıkla itham ederler. 
İki yılan bir torbaya girdikten sonra ikisi de torbadan sağ çıkabilir de iki ayrı gruptan İslamcı bir torbaya girdikten sonra birinin sağ çıkma ihtimali yoktur,  ikisinin de canlarından daha büyük bir menfaatleri yoksa eğer. 
Bir mevzu istisna: Atatürk ve Cumhuriyet...

Aslında onları anlamıyor değilim.
Yüz küsur yıl önce başladığında düşmanla büyük kavga, onların bir kısmı devlet rüyası gördü her yatağa girdiğinde.
Bu milliyetçiler sadece ölmeyi bilir nasılsa. Harp biter bunların kahir ekseriyeti ölür, kalanı da iki ayet bir hadisle kamu vicdanında gömer, devleti ele geçiririz diye düşündüler.
Aslında planları hiç de yabana atılır cinsten değildi. 
Ama hesabı yaparken bir kişide yanıldılar.
Atatürk yanılttı onları. 
Devlet Türk oldu, refah paylaşılan bir şey. 
Dış destekli bütün grupların kökü kazınmak istendi, mason locası dahil.
Ama olmadı.
Atatürk'ün vefatı söndürdü Türk'ün yıldızını. Şahsi menfaatlerini müstevlilerin beşinci kollarının  siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhid eden ağalar sayesinde sınırlarımızdan öyle büyük bir hızla girdi ki bu yapılar, Suriyelilerin geçişi bunun yanında kaplumbağa hızı kalır. 
Sonra ne mi oldu?
Öz yurdunda garip ve parya oldu Türk. 
Kanını ve canını feda ettiği topraklarda hor görülen oldu. 
İslamcısından bölücüsüne herkes hak iddia etti de bu topraklar üzerinde, bu hak Türk'e çok görüldü. (Arap seviciler ve hatta Suriyeliler bile Türkler gitsin dedi ya.)
Türk'ün toprakları üzerinde Türk'ün malı ve imanıyla inşa edilmiş, Türk'ün beş vakit doldurduğu camilerde Türk'ün devletinin kuruluş yıl dönümü kutlanmadı, kurucusu anılmadı. 
İster komünist olsun ister siyasal İslamcı, sağdan soldan bütün marjinallerin devlet ve Atatürk düşmanlığı anlaşılabilir bir şey. 
Tekke ve zaviyeleri kapatmış mesela, kıtırını kesmiş adamların. 
İşçi sınıfı diyerek toplumun temellerine dinamit koyan devrimci kopillerin kursaklarında bırakmış heveslerini. 
Haklılar kendi açılarından, çok haklılar...
Anlamadığım Atatürk'ün kurduğu devletin bütün nimetlerinden aksırıncaya kadar faydalananların ekmek yedikleri çanağı kirletmeleri. Nihayetinde kirlettiğiniz çanaktan yediğinizde sizin de ağzınız kirleniyor.  O kirli ağızla her dem Allah demeye nasıl cesaret ediyorlar, işte bunu aklım hiç almıyor.

Bütün bu şerait içerisinde en acınacak vaziyette olanlar bizim cenah aslında. 
Toplama işleminde sıfır ne kadar etkiliyse toplum mühendisliği ve yönetiminde biz de oyuz. 
Sıfırız ama sıfır gibi değil sonsuz gibi davranıyoruz. 
Sokakta da devlette de etki alanımız yok ama çoban çadırında padişah rüyası görüyoruz. Rüyanın sihri bozulmasın diye de üstümüzü örtmek yerine tekmeleyip iyice açıyoruz üşüyen bölgelerimizi.
Kendi evini Türk yurdu yapamayan bizim sazanlar, Türk Devletler Teşkilatı üzerinden Turan hayali kuruyor iyi mi?
Ayağının altındaki toprak kayıyor çakma Kürşad'ın, o büyük Turan devleti diyor. 
Gence de Türkler ses yükseltince İran'ın toprak bütünlüğünden dem vurup bir de yüksek perdeden sallamaları yok mu, iyice ifrit ediyor adamı. 
Arkasında namaz kıldığı imam sallamıyor abimin değerlerini, o Vatikan'a kafa tutuyor.
Ben ne mi yapıyorum?
10 Kasım'ı bekliyorum, 
Diyanet bu sefer hatırlayacak mı diye Atatürk'ü...

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER