BEY İTİ YOKSUL AŞI YEMEZ

BEY İTİ YOKSUL AŞI YEMEZ

BEY İTİ YOKSUL AŞI YEMEZ

Taşranın en ücra köşesinde dünyaya gelmeyi şanssızlık sayanlar var. Ama kesinlikle öyle değil. Bir ülkeye ne kadar uzaktan bakarsan olayları görüş açın da bir o kadar geniş olur. Düşünsenize, yıllarca kimsenin uğramadığı bir yerde dünyaya gelmişsiniz ama bir gün bir de bakmışsınız ki köyünüzden ya da ilinizden birileri bazı "ğıravatlı" beyleri sizin evinize getirmeye başlıyor. Bu da yetmezmiş gibi, "Siz ağasınız, siz paşasınız, siz bu milletin efendisisiniz." gibi sözlerle kısa bir süreliğine bile olsa insan olduğunuzu ve hatta yurttaş olduğunuzu hatırlatmış sizlere. Benim için çocukluğumun en büyük sorunsallarından biriydi bu. Onca zaman size selam vermeyen o hemşehrileriniz neden o "ğıravatlı" beyleri bizlerin evine getiriyordu ki? Hem onların ne işi olurdu ki acaba bizim gibi kasketli ve yazmalıların arasında? Elimizi sıkarlardı, yüzümüze gülücük atarlardı ve hatta soframıza oturma yüceliğini göstererek bir bardak çayımızı içip varsa bir tavuğumuzu yerlerdi. E o arada da çaktırmadan reyimize talip olurlardı hani! Ne büyük bir şerefti ama bizler için anlatamam. Köyümüze "ğıravatlı" beyler gelmiş, vay anam hoş sefa getirmişler(!) Elimiz ayağımız boşalırdı; ee devlet gelmişti bizim gibilerin hanesine! Ve tabi ki o beylerin arkasından ayrılmayan biricik köylülerimiz! Çünkü o zamanlar bizler devleti o beylerden ve birkaç jandarmadan ibaret bilirdik. O yüzden nerede bir asker aracı görsek çocuk aklımızla saklanırdık ya hep dibe köşeye. Çünkü aklımızda hep şu vardı: Birazdan o arabanın içinden eli coplu bir çavuş inecek, o sert ve dik bakışlarını dikecek üstümüze, bağırıp çağırarak sallayacak elindeki copunu. Ve böylece hatırlatacak bizlere kimler olduğumuzu. Seksen darbesinin ilk nesli olmamızı düşünürsek bu korku ziyadesiyle mesnetli bir korkuydu. Fakat o "ğıravatlı" efendiler geldiklerinde, hele ki türkülerle, marşlarla gelince değmeyin keyfimize(!) İşte o vakitlerden kalmıştı miras olarak bizlere her "ğıravatlıyı" devlet yerine koymamız.

Gel zaman git zaman, işleri bitince ne o beyleri getiren köylülerimiz ne de o "ğıravatlılar" daha da uğramazdı bizlere. Bizlerin uğrayacağı tuttuğunda ise malûm sonuç gerçekleşirdi zaten. Yani sonuçsuzluk! Üstüne üstlük ayağımıza kadar gelenlerin ayaklarına gitmek için bilmem kaç kişinin ayağına giderdik. Böyle böyle ayaktan ayağa gidişlerimizi kabullenmiştik esasında o zamanlarda. Gücümüze gitmez değildi, giderdi elbet. Lakin bir insan için yapılması en zor olan şey ilk defa yaptığı şeydi. Sonrakiler biraz daha kolay ve biraz daha az can yakıcı olurdu. Bir noktadan sonra dediğim gibi umursanmaz olurdu bir zamanlar delicesine umursadığımız şeyler. Hatta öylesine umursamaz olurduk ki, zorumuza giden o gidişlerimizden artık haz ve gurur duyar olmuştuk. Kapımıza gelen o beyleri görme şerefine nail olmuştuk ne de olsa. Tabi ki bunun onlar için pek de şeref olmadığını gözlerinden anlıyorduk. Çünkü onlar mühim şahsiyetlerdi ve bizlere ayırdıkları vakit kaybedilmiş bir zamandan ibaretti. Zira onlar ehemmiyeti yüksek vazifelerin beyleriydi. Lütuf buyurup gül cemâllerini bizlere göstermişlerdi; daha ne isteyebilirdik ki hem!

Ancak çok sonraları öğrenmiştim heyula gibi birden kapımıza dayanıp aşımızı yiyenlerin devlet olmadığını. Çünkü devletin soyut varlığı o kadar mukaddestir ki devlet zinhar yalan söylemez, asla ve kat'a evlatlarını yalnız bırakmaz. Ve birçoğumuzun devlet sevgisi onlara rağmen hep artarak sürmüştü. Ve her defasından o "ğıravatlı" beyleri bizlere getirenler için ise denilecek tek şey şudur: Bey iti yoksul aşı yemez. Anca kemliğini bulaştırır sofraya. Ne de olsa yedi neslinden nasihattır hak yemek onlara.

Siz kalın sefa ile...

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER